13 Mar 2015

Herkesin Tanıdığı Bir Turist: Sadri Alışık


   Herkesin yakından tanıyıp hanesine aldığı bir turist o, Turist Ömer Türk halkının gönlüne tahtını kurdu bu isimle. Gerçek ismiyle ‘’Mehmet Sadrettin Alışık’’ annesi ve babası ona Sadri dediklerinden bu isimle bilindi ama kaç nesil geçse de o Turist Ömer olarak kaldı ve tanındı.
                      



    ‘’Seni öyle bir seveɾim ki, Dengeni kaybedeɾsin. Kiliseye gideɾ, 'Selamun aleyküm' deɾsin. / Sadri Alışık’’


   Mehmet Sadrettin Alışık 1925 yılında Paşabahçe, Beykoz İstanbul da doğdu. Kaptan bir babanın –Rafet Alışık- ilk çocuğu olarak dünyaya açtı gözlerini çocukluğu baba özlemiyle geçer Rafet kaptanın yelken açtığı dönemlerde ama anne Saffet Alışık babasının yokluğunu aratmaz Sadri Alışığa. Bütün yaşıtları oyunlar oynarken o hayatını adayacağı şeyi (tiyatro)  yapardı arkadaşlarına küçük piyesler hazırlayıp oynardı. O yaşlarda izlediği Naşit Özcan Tiyatrosu’yla hayatını sürdüreceği mesleğine ilk görüşte âşık oldu. Sekiz yaşlarındayken kız kardeşi –Nevin- doğdu. Nam-ı Diyar Turist Ömer Beykoz Ortaokulu’ndan (bugünkü adıyla Ziya Ünsel İlköğretim Okulu) ardından İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun oldu. Eğitim hayatında bir çok okul piyeslerinde rol aldı. Bir süre Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’ne devam etse de gönlü hep sahnedeydi ve 1939 yılında Eminönü Cağaloğlu Halk evin’de oynanan bir tiyatroda amatör olarak sahneye ilk adımını atar sonra şimdiki adı Sadri Alışık Tiyatrosu olan Küçük Sahne tiyatrosuna geçer. Takvim 1943’leri gösterdiğinde Raşit Rıza Tiyatrosu’nda profesyonel olarak sahne hayatına devam etti.


     ‘’Sokak köpekleɾine selam veɾmek, adam olmaya çeyɾek vaɾ demektiɾ. / Sadri Alışık’’
 
Sadri Alışık 1944’te Faruk Kenç’in yönettiği Günahsızlar filmiyle seyirci karşısına çıktı. Bu onun ilk sinema filmiydi. Sinema yaşantısındaki en önemli olay 1964’ten itibaren Turist Ömer ve Ofsayt Osman tiplemeleriyle seyircinin sempatisini kazanır ve günümüzde bile bu filmlerle tanınıp nesillerin beğenisini bu tiplerle kazanıyor. Yaşamı boyunca 200’ü aşkın filmde oynadı. Bunlar arasında Afacan Küçük Serseri’deki rolüyle 1971 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, Yengeç Sepeti filmindeki rolüyle de Mehmet Aslantuğ’yla beraber 1994 Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldı.

   ‘’Hayat demek ölümü beklemek demektiɾ. Az çok, hepimiz yıldızlaɾı, ağaçlaɾı, işte falanlaɾı, filanlaɾı göɾeceğiz, biɾçok şeyin tadına bakacağız, sonɾa da 'Gidiyoɾum elveda' şaɾkısını söyleyeceğiz. Öyle ise; gidenin de, kalanın da gönlü hoş olsun. / Sadri Alışık’’

   Sadri Alışık yerli seyircinin çok sevdiği fakir adam tipidir. Fakir, fedakâr, haksever ve sevmesini bilen adam olarak çıktı seyirci karşısına. Sadece bunlar sayesinde değil elbette Sadri Alışık‘ın oyunculuk yönünden sergilediği başarı, dolayısıyla da halkın hafızalarına yerleşti usta oyuncu. Sadri Alışık oyunculuk yönünden kendini kanıtlamış ve zirveye çıkarmış bir halk insanıdır. Bu yönüyle de kendisine ve sanatına olan saygısını gözler önüne seriyor ve oynadığı rollerin ardı arkası kesilmiyor. Sadri Alışık’ın her zaman ekranlarda aynı karakterde görüyor gibi olabiliriz ama her rolün kendine has bir tadı ve harmanlığı vardır ve bizlere bunu tattıran ve farklılıklarını gösteren yine Sadri Alışık’tır.



   ‘’Zaten onu hiç sevmedim ben, hiç sevmedim. Yalnızlığımı bölüştüm biɾ aɾa hepsi o kadaɾ. Sonɾa içten içe gülüştük biɾaz, biɾ demet çiçek, niyet kuşu, deniz kıyısı, kaɾpuz seɾgisi, falan filan. / Sadri Alışık’’



   Sadri Alışık, sinema ve tiyatro sevdasının yanına birde Avare filminden sonra sesinin güzelliği keşfedilen sanatçı 45’lik plaklarla ve gazinolarda çalışarak sanat yaşantısı sürdürmüştür. Turist Ömer sanatın her köşesinde var olan bir insandı ve İstanbul sevdasını şiirlere dökmüştür ve bu şiirlerden oluşan şiir kitabı yayınlatmıştır. Sadri Alışık imzası resim dünyasında da yağlı boya ve kara kalem tablolarıyla da boy göstermiştir.

İstanbul Şehri
Bu benim dünyaya ilk gelişim, 
Yıkarak saltanatını koca fatih’in.
 
Kundakla kefen arasında bir gün,
 
İstanbul, İstanbul deyişim.
 
Merhaba Kızkulesi, merhaba Eyüp sultan,
 
Kanlıca, şehremini merhaba…
Bir İstanbul esiyor çocukluğumdan, 
Ekşi bozalı, Arnavut kaldırımları lapa lapa.
 
Yuşa’dan mı okunur o ezanlar, hırka-i şerif’ten mi?
 
Komşularımız kaptanlar, malta taşlı ikindilerden kalan.
 
Hala o beyaz gergeflerde mi?
 
Bir tarihi gömmüşler karacaahmet’inde Üsküdar’ın,
 
Sanki çarşaflı kadınlar mercan terliklerinde unutulan.
 
Duyun-u umumiye emeklisi faytonlar,
Hala bir sonbahar acıbadem’de, 
Cuma selamlıklarından beri saraylılar.
 
Merhaba beylerbeyi, merhaba sultanselim,
 
Merhaba iki gözüm İstanbul’um, merhaba…
 
Aşı boyası sokaklarında ne mevsimler eskimiş,
 
Sakalsız saçlar kestirdiğim ince boncuklu berber dükkanları.
 
Kapalıçarşı bakırcılar, lacivert mayıslarda köprü altları,
 
Ve boğaziçi’nde şirket-i hayriye duman duman...
Nerdesin o İstanbul, nerdesin… 
Hani çıkrık seslerinde mehtapları dinlediğim,
 
Mediha teyzelerin leylak bahçeleri,
 
Büyükbabamın kuvay-ı milliye hikayeleri.
 
Hani tahta tekerlekli arabalarım.
 
Hani bayram yerlerinde unutulan asude çocukluğum.
Gene bir başka İstanbul’du bir zamanlar kafesli ıtırlarıyla, 
Beyaz başörtülerin lavanta çiçekli öğleden sonralarında ıslanan.
 
Açılır kapanır iskemlelerinde uzun çarşının,
 
İstanbul’u taşırdı bakır siniler.
 
Sultaniyegahtan bir hıdrellez mesiresi,
 
Sessiz sadakat şarkıları söylerdi.
 
Haliç vapurlarında söz kesilmiş tazeler.
Hey yavrum hey… 
Burunbahçe dalyanında İstanbul’u çekerlerdi denizden,
 
Hiç ıslatmadan…
 
Kaç bayram mendili geçmişti elimden çeyiz sandıklarının.
 
Bütün uykularını koynuma alıp uyurdum İstanbul’un.
 
Rüyalarımda hala o günahlar uyanır,
 
Hiç geçemediğim sokaklarında işlenen.
Merhaba Sultanahmet, Yerebatan merhaba… 
Merhaba iki gözüm İstanbul’um merhaba,
 
Merhaba efendim, merhaba…
                                             Sadri Alışık


    ‘’Düşündüm de insan ömɾü dediğin sayfalık hikâye, onu da oluɾ olmaz şeyleɾle kaɾalamak yanlış. Heɾ şeye gülüp geçmek lazım. Onun için sen de gül ama yalancıktan değil. Geçmişi, eskiden olanlaɾı, kalbinin sızısını, sevdiğin insanı falan heɾ şeyi boş veɾeɾek gülmelisin. Gül hadi, güzel yüzüne gülmek yaɾaşıɾ hemen şimdi. Bak, bak ben nasıl gülüyoɾum dünya umuɾumda değil. / Sadri Alışık’’

                                                                                                                 Beyhan KAYA

Kaynakça:

3 Şub 2015

Sinema’ya tarihsel yolculuk: Lumiere Kardeşler
      Sinema dendiğinde çoğumuzun aklına gelen ilk şey ardı ardına akan ve birçok kareden oluşan farklı kategorilerde işlenmiş görüntülerin bir araya gelmesidir. Bunuda ilk yapan; Lumière kardeşler, Auguste Marie Louis Nicolas (19 Ekim 1862, Besançon, Fransa – 10 Nisan 1954, Lyon) ile Louis Jean (5 Ekim 1864, Besançon, Fransa – 6 Haziran 1948, Bandol).
                                               

 Amerika ve diğer Avrupa ülkelerinde sinema dediğimiz sanat için araştırmalar süredursun bu onur Fransız iki kardeşin ellerine düştü. Louise ve Auguste Lumiere kardeşler 13 Şubat 1895’de sinematografı icat etti.
Babaları Antoine Lumiere resim öğretmeniydi. Renkleri, ışığı, yansımaları nasıl kullanacağını öğrettiği öğrencileri vardı. En çalışkan öğrencileri ise oğullarıydı. Baba Lumiere öğretmenlik yılları sona erdiğinde oğullarıyla beraber Lyon’da fotoğrafçılığa başladı. Kısa bir süre sonra işini büyüten Lumiere ailesi günde 4000  metre fotoğraf kâğıdı üretebilecek duruma geldiler ama Lumiere kardeşler hâlâ arayış içerisindelerdi. Onlar bu siyah-beyaz kareleri nasıl canlandırabileceklerinin peşine düşmüşlerdi ve uzun araştırmalar sonunda bulmayı başardılar.
 Baba Lumiere Paris’e yaptığı bir gezi sırasında çocuklarının hayallerini gerçekleştirecekleri o  cihaz satın alır. Amerika’lı Edison adlı mucidin icat ettiği kinetoskop… 6000 franka satın aldığı o cihaz tek kişilik sinemaydı. Büyük bir kutunun içinde, bir lambanın ışığında oynayan 35 mm’lik kısa filmleri seyirci kutunun üstündeki bir bakaçtan izliyordu. Luise Lumiere bu cihazı gördüğünde aklında beliren görüntü netti. Bu görüntüyü yüzlerce kez büyütebilmeyi ve bir perdeye aktarmayı istemişti.
                                                    
                                                                   (Kinetoskop)

Amerika’da ve başka ülkelerde sinema üzerine araştırmalar ilerlerken, Fransa bu alanda öncü olarak ortaya çıkmaya hazırlanıyordu. XIX. Yüzyılın ikinci yarısı boyunca yoğunlaşan çalışmaların meydana getirdiği birikimi iyi kullanan Louis ve Auguste Lumiere kardeşler 13 Şubat 1895 yılında kinetoskpotan ilham aldıkları sinematografın patentini almayı başardılar. Böylece 7. Sanat olarakda tabir edilen Sinema, tarihi başlatmış oldu.
‘’Cinematographe Lumiere’’ geliştirdikleri sinematografın patent adıydı. İlk sinematograf hem alıcı hem de gösterici işlev görüyordu. Alıcının çektiği görüntülerin basımı da sinematografın içinde gerçekleşiyordu. En önemlisi de görüntüleri perdeye yansıtmak için gereken hız da kardeşler tarafından bulundu. Lumiere kardeşlerin ilk filmlerinde objektifin önünden saniyede 15 görüntü geçiyordu. Sessiz sinema 1920-1922 yılına kadar saniyede 16 görüntü, daha sonrasındaysa saniyede 18 görüntü kullanılacaktı. Sesli sinemaya geçildiğinde ise sesin görüntüye uyum sağlaması için bu hız saniyede 24 görüntüye yükseltilecekti.
                             


   Sinema tarihinin ilk filmi olan '' Arrival of a Train at La Ciotat ''  ( Bir trenin La Ciotat garına gelişi ) Film 1895’te Lumiere kardeşler tarafından  55 saniye olarak kaydedilmiştir. 28 Aralık 1895 tarihinde ise Paris’te “Grand Cafe” bodrumunda bulunan 120 kişilik bir salonda ilk sinema salonu açılarak, halka gösterim yapıldı. Ücretli bu gösteriyi 25 kişi izledi. İlk programda üç dakikadan fazla sürmeyen 10 film birden gösterilmişti. Özellikle, “Arrivee du Train en Gare de La Ciotat” (Trenin La Ciotat Garına Gelişi) filmi büyük ilgi görmüştü. Bu gösterilerde, üstlerine doğru gelen treni görünce izleyicilerin sandalyelerin altına saklanmaya çalıştıkları söylenir.  Pariste açık hava sinemasından korkarak kaçmaları olmuştur.
              


Başlangıçta kardeşler bu işin geleceğinden ümitsiz oldukları için çekimlerinin yalnızca altı ay, bir yıl arasında devam ettireceklerini söylediler. 1896’da İstanbul’a geldiler. Haliç’in Panoraması, Boğaziçi Kıyılarının Panoraması, Türk Topçusu, Türk Piyadesinin Geçit Töreni adlı filmler çektiler. İki yıl sonra kardeşlerin elinde 1000’e yakın film vardı. İzleyenlerin ancak okuyarak ya da gezerek elde edebilecekleri bilgileri ve yöreleri, olayları beyazperde de görmelerini sağlayan yeni bir iletişim yöntemi çıkmıştı ortaya. Ayrıca bu dökümanlar belgesel niteliği taşıyor ve tarihe ışık tutuyordu. Ve tabi görüntülerin halka ulaşmaması gereken durumlar da ilk kez çıkmıştı ortaya. Lumiere kardeşler, tarih Mayıs 1896’yı gösterdiğinde Rus Çarı II. Nikola’nın halkı selamlamasını çekerlerken tribün çöker. Görüntüler an be an kayıt altına alınır kardeşlerce. Kayıtlara sonrasında polis el koyar, halka gösterilmesi engellenir ve tarih ilk sansürle karşılaşır.


                                                                                                                       Beyhan KAYA

3 Oca 2015

Tarihten Bir Kesit


Selçuklu Bizans Malazgirt savaşı
Diyojen Esir mi Misafir mi?




Türklerin Anadoludaki ilerleyişinden ciddi derecede rahatsızlık duyan Bizans.Türklerin kesin olarak Anadoludan atılması,geldikleri yere yani orta asya ya püskürtülmesi ve doğunu zenginliklerinden faydalanılması amacıyla büyük Haçlı ordusu oluşturmuşlar ve başına imparator Romen Diyojen'i getirmiştir.Diyojen elindeki büyük ordunun verdiği güvenle gaflete düşmüş olmalı ki alparslanın elçisine şu sözleri sarf etmiş osun;''Sultanınız Alparslana söyleyin ordumuzu İsfahan'da kışlatacak,atlarımızı ise Hamedan'da kışlatıp sulatacağım.''Bu söz üzerine elçinin cavabı da pek geçikmemiş;''hayvanlarınız Hamedan'da kışlar;ama sizin ve ordunuzun nerede kışlayacağını bilemem.''sözleriyle gelmiştir. Malazgirt savaşı sonucunda Selçuklu ordusu kendinden kat kat üstün olan Bizans ordusunu "sahte geri çekiliş"taktiği ile mağlup etmiş ayrıca birleşik Bizans ordusunun komutanı Romen Diyojeni esir almıstır.Aralarında geçen diyalog bir hayli dikkat çekmektedir;Alparslan sorar:"hiç tarih okur musun?" Diyojen,"hayır okumam neden?"diyerek karşılık verince Alparslan,"çünkü tarih okumayan,bilmeyen bir milletin sonu senin gibi olur."der.




Alparslan anıtı


Devamında;Alparslan esir aldığı kumandana,"İmparator! Endişe buyurmayınız.Size esir değil büyük bir hükümdar muamelesi yapacağım."diyerek onu kucaklar.Affetmenin fazilet olduğunun bilinciyle hareket eden Alparslan,Diyojenin bile beklemediği bir kararla kendisine 10.000 dinar yol harçlığı vererek serbest bırakır.


Zaferinden emin bir şekilde çıktığı savaş meydanında bozguna uğramış ,esir düştüğü komutan tarafından saygıyla misafir edilmiş hatta affedilip serbest bırakılmış Romen Diyojen ne yazık ki;Düşmanı tarafından gördüğü muameleyi ülkesine döndüğü zaman kendi halkı tarafından görememiş iki gözüne mil çekilerek kör edilmiştir .Yeni kral Dukasın askerleri tarafından boynuna ip geçirilip bir atın peşinden İstanbul'a gönderilmesi ise cabası olmuştur.Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil ekstra bir bilgi vermektedir.Alparslan,Diyojeni serbest bırakmış ve Diyojen'in bir miktar fidye talebini kabul etmiştir.Diyojen ülkesine döndüğünde hakkındaki tutuklama emrini duyunca İstanbula gitmemiş,Anadolu'da parayı denkleştirmiş ve söz verdiği gibi Alparslana göndemiştir.Prof.Dr.Ahmet ŞİMŞİRGİL sözlerini şununla bitirmektedir;''düşmanın mertliğini de görmek lazım.''Yukarıda altını çizerek belirtdiğim kısım,Diyojenin;tarih okumam demesi ve Alparslandan aldığı cevap üzerine bu tarihi hadiseye Akif'in bir dizesiyle son vermek istedim.


Geçmişten adam hisse kaparmış...Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa ,yarım hisse mi verdi?

"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı,tekerrür mü ederdi?

M.Akif Ersoy





                                                                                                                     Gönderen: Fatih BAŞYURT

Diyarbakır'da bir astronom